5 Ağustos 2011 Cuma

Source Code ya gerçek olsaydı?



Türkçeye Yaşam Kodu olarak çevrilen Source Code bilim kurgu-aksiyon türünde bir film. Amerikalı asker Kaptan Steven kendini Chicagoya gitmekte olan bir trenin içinde bulur. Karşısında bir güzel bir bayan oturuyor, sürekli konuşuyor, bıdı bıdı, tabi Steven'ın kafası karışık, neden burdayım? burası neresi? nerden geldik nereye gidiyoruz? tripleri :)) derken aniden bum! tren havaya uçar, ve Steven kendini kameralarla elektronik aletlerle dolu bi mekanda, bi koltukta çırpınırken bulur.  Noluyoruz ulan? yaşıyomuyum ben?  benin birliğim nerede?


Goodwin isimli subay hanımın söylediklerinden Afkanistan savaşında öldüğünü beyninin küçük bir kısmının canlı olduğunu öğrenir. "Kuantum fiziği, paralel evrenler" düşüncesine göre oluşturulan bir programda rol aldığını Chicago’ya giden trene konulan bombanın kim tarafından konulduğunun öğrenmesi gerektiği görevinin kendisine verildiğini öğrenir. Anlamakta zorlandığı olmayan bacakları ve vücuduna rağmen nasıl hareket ettiğidir ve bunu subay hanıma sorar. Subay hanım da Kaptan Steven'ın bir öğretmenin  bedeninde var olduğunu söyler. Yani, hareketler içinde bulunduğu bedene ait, eylem  ise kendi beyninin komutları olduğudur. Olayın başlaması ile bitmesi arasındaki zaman dilimi süresi sekiz dakikadır. Bu sekiz dakikalık sürede trene bombanın kimin koyduğu öğrenilecek ilgili kişi yakalanacaktır. Subayın görevi bombayı kimin koyduğunu anlamaktır. Ve bu durum için sekiz dakikalık zaman aralıklarıyla tren- kapalı alan arasında gider gelir. Amaç bombacının bulunup patlamanın önlenmesidir.

Bütün  bunlar olurken Kaptan Steven bombanın bulunması ve patlamanın  önlenmesi ile içinde bulunduğu bedende yaşama devam edebileceğidir, paralel evrenlerin birinde.Zaten bombanın bulunup patlamanın önleneceği o paralel evrendir.  
Kuantum mekaniğinin popüler kısmı olan paralel evrenler Amerikalı Fizikçi Hugh Everett tarafından ortaya atılmış olup Source Code  filmin senaryosu  bu tezin var olduğu savına  dayanılarak yazılmıştır. Yani, Source Code filmi paralel evrenlerin var olduğu ve bu evrenlerin birebirleriyle etkileşim halinde olduğu tezinin doğru olduğu varsayıma göre oluşturulmuştur.


Filmde Steven ilginç bi şekilde eğer bombanın patlamasına engel olursa yaşadığı paralel evrendeki hayatın devam edeceğine inanır. Böylece parçalanan bedeninin bulunduğu zaman boyutundaki dünyada değil, zaman boyutuna paralel olan başka bir evrende başka bir vücut ile fakat beyni aynı olarak yaşamaya devam edecektir.
İşte "source code ya gerçek olursa" sorusu burada akıllara geliyor. Şimdi bir iki dakikalığına durun ve düşünün. Paramparça olmuşsunuz. Önünüzde görünürde iki seçenek var: ya ölmek, ya başka bi boyutta yaşamak. Tabi bir de seni bir ömür bu görev için iki boyut arasında kullanmayı düşünen bununla da para kazanmayı hedefleyen bi bilim adamı var ama o konumuz değil. 
Bütün yaşanmışlıklara sadık kalıp her zamanı gelen gibi ölmek mi? Yoksa herkes seni öldü bilirken bambaşka bir boyutta bambaşka yaşanmışlıkları mı tercih ederdik?
Sevdiğimiz kız, dostlarımız, ailemiz, işimiz, bütün hayallerimiz, hedeflerimiz, yaşam  alanlarımız, her şey ama akla gelen her şey. Bir anda her şeyin geride kaldığını düşünün. Hatta hiçbirinden memnun olmadığınız halde hepsinin geride kalıp size yeni bir yaşam sunulduğunu düşünün. Ama onlar sizin. İyisiyle de kötüsüyle de sizin. Bütün yaşanmışlıklar. Sevmeler, sevilmeler, hırslar, kahroluşlar, varoluşlar, her şey...
Sen yaşamayı seçtin Kaptan Steven. Şimdi senin olmayan bir hayatla evcilik oynuyorsun. Bana da bazen ölmek yaşamaktan iyidir dedirttin :)

3 Ağustos 2011 Çarşamba

yazmak;
umutsuzluk ister;
imlasızlık, susuzluk, ve birazcık da sıkılmaktır yazmak
ama asla sigarasız kalmak değildir,
rakının terkisidir yazmak,
öncesi değil...

Behzat Ç - Seni Kalbime // Merakla Bekliyoruz :)

Bir ihbar üzerine Gençlik Parkı’na giden cinayet büro ekipleri, gömülü bir tabut bulurlar. Tabuttaki yaşlı kadın emekli bir polisin annesidir. İlk defa böyle bir cinayetle karşılaşan Behzat Ç., emekli polisi araştırmaya başlayınca bir takım engellemelerle karşılaşır. Emekli polis, teşkilât içinde Avarel Memduh olarak bilinmektedir, suçu üstlenen kişi ise kendisine Red Kit demektedir.

Yönetmen :Serdar Akar
Senaryo :Emrah Serbes
Oyuncular :Erdal BeşikçioğluFatih Artmanİnanç KonukçuBerkan ŞalTardu Flordun
Filmin Türü :Polisiye, Drama
Orijinal Adı :Behzat Ç.: Seni Kalbime Gömdüm
Yapımcı Firma :Adam Film, Nadoworks Media
Yapım Yılı :2011
Yapım Ülkesi :Türkiye
Orijinal Dili :Türkçe
Dağıtıcı Firma :Öykü Film
Vizyon Tarihi :28.10.2011

"Dostoyevski olmasaydı, edebiyat olmasaydı sinemacı olmazdım."
— Zeki Demirkubuz

Dur ve düşün !

Hapsolmak nedir? Bir hapishaneyi hayal etmek? Bir insan öldürmek midir suç? Yoksa bir hırsızlık mı daha büyüktür? Yaşamaktan korkmak, işte bu, daha büyük bir suç var mıdır şu dünyada?


"Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla" laf. Tam tersini düşün bir de: "ruhuma sahip olabilirsin ama bedenime asla" hangisi daha kötü olurdu diye sormadan edemiyor insan. Her zaman inanmışımdır insanın ruhu ile yaşamasının güzelliğine. Bedenin yaşaması çok da anlamlı değildir aslında tek başına. Asıl güzel ve anlamlı olan bedenin hareketlerinin ruhtaki yansımaları değilmidir?


Anadolu insanının teni kavruktur. Ne zenci ne sarışın. Ne doğulu ne batılı, hem doğulu hem batılı. Bazen deli dolu, bazen ketum. Hırçınlaşınca hapsetmek çok zordur bizi, fakat sinince ezmek bi o kadar kolay. Çok severiz köşeye çekilip razı olmayı, ve en sonunda da pişmanlığın yükünü kucaklamayı. Her işimizi kalp krizi tadında yaşarız. Öyle heyecanla, öyle temiz. Sakin olamıyoruz usta! Tuttuğumuz takım yenilmişse eğer dünya başımıza yıkılıyor, sevdiğimiz kızdan kötü bir şey duyduk mu günler geçti bitti, ailemiz, çevremiz, işimiz gücümüz, her iyi olayda dünya bir anda güzelleşebiliyor, dolayısıyla kötü olayda da bi anda yerin dibine batıyor her şey.


Şimdi dur! Tam tersini düşün. Heyecan yok, hissiyat yok, ruh yok, her şeyi yapmış olmak için yapıyosun, yaşamış olmak için, tad yok tuz yok...
Acaba hangisini tercih ederdik? :)


Selam!

Doğanın Talanı ve Teknoloji Çağının Kısıtladığı Özgürlüğümüz

Öncelikle bütün Öğleden Sonra okurlarına bolca selamlar ve güzel dilekler yollayarak yazımıza başlayalım. Bu yazıda bir çok şeyi harmanlayıp ortaya günümüz dünyasının farklı bir yönünü ortaya koymayı amaçladım. Köy hayatıyla şehir hayatının birbiri üstündeki çelişkileri, ve her ikisinin de  hayatımızdaki etkileri. Yolumu da çoğu kez havada kalan teorik bilgilerle boğulan bir yazı yazmak değil, kendi hayatımdan örnekler vererek bağlamları okuyucuya bırakmak olarak seçtim. Başlarken; haydi biraz çocukluğumuza gidelim o zaman J

Çocukluğu 90’lı yıllarda geçen her yaşıtım bilir ki bizim neslimiz, günümüz çocuklarına göre kısmen daha şanslıdır. Tabi nereden baktığımızın da önemi büyük. Ben kendi hayatımdan örneklerle açayım konuyu. Ailemin iş durumundan dolayı çocukluğumun bir kısmı küçük bir kasabada, bir kısmı da büyük bir şehirde geçti. Kasabada evimizin önünde o zamanlar bana uçsuz bucaksız gelen bir çimenlik, çimenliğin ardında da durmadan akan Zamantı Irmağı vardı. O çimenlikte nice kovalamacalar nice saklambaçlar oynadık. Nice uçurtmalar uçurduk. Nice yakan toplar, nice maçlar gördü o çimenlik. En heyecanlı maçlar, en “adil” sonuçlar o çimenlikteki koşturmacalardan çıkmıştır. Bizim maçlarımızda top hiç “üst direk”ten dönmemiştir J Bizim cebimizdeki para ancak sakız almaya yetmiştir, dolayısıyla şikeye yer yoktur çocuk dünyamızda. Bizim hiç hakemimiz de olmamıştır. Aslında hayat da biraz öyle değil mi? Hakem çoğu kez kendi vicdanımız ve haklı olana hakkını verme güdümüzdür. Ve büyüyünce bize neler oluyor da bu kadar meraklı oluyoruz başkalarının hakkının ihlal edilmesi sonucunda yükselmeye. Bir başkası “yenilirken” biz rahat uyuyabiliyor muyuz şimdi? Zamantı Irmağı defalarca topumuzu çalmış olsa da, biz yine de sevmişizdir Zamantı Irmağı’nın kenarında kavak ağaçlarının uzun dallarından yaptığımız oltalarla balık tutmayı. Bir gün HES’lerin ırmağımızı elimizden alacağını nereden bilebilirdik? Bir daha o derede balık tutulamayacağını öğrenmek, yıllar sonra oralara gidince, o derenin o kadar gür akmadığını görmek, ördeklerin o derede yüzmekten vazgeçtiğine şahit olmak içler acısı. Dünyayı paylaştığımız bir çok canlı türü, ve “çocukluğumuz” diye tanımladığımız bir çok şey kaybolmaya yüz tarken, dünyanın sonunu kendi ellerimizle hazırladığımızı düşünmeden edemiyor insan. “Doğanın Talanına Hayır!” sloganı işte böyle hayat buluyor çocukluk anılarımızda.

Peki ya kasabadan şehre gelince ne oldu? Küçük bir mahalleye taşınmıştık. Başta alışmakta güçlük çektim bu duruma. Kırlara alışan gözlerim, beton yığınlarını hazmedene kadar makul bir süre geçti tabi. Fakat çocukluk bu, asfaltta maç yapmaya da alışıyor insan. Fakat buralarda farklı olan bir şeyler de vardı tabi ki. Mahallemizde bir internet kafe vardı. Çocuklar gözleri şişene kadar bilgisayar oyunu oynarlardı orada. Gün geldi sokaklarda maç yapacak yaşıtım kalmayınca bende mecburen girdim o kapıdan içeri. Ve her şey sanallaşmaya başladı. O sanallıkla büyürken bulduk kendimizi. Counter-Strike oynarken ne kadar çok düşman öldürdüğümüzle övünür olduk. Sonra FIFA ve PES girdi hayatımıza. Artık top üst direkten de dönüyordu. Gürültü yapıyoruz diye plastik topumuzu kesen mahalledeki kötü kalpli amca galiba amacına en kolay yoldan ulaşmıştı. Hemde hiç çaba harcamadan. Artık mahalle maçları neslinin de sonuna gelmiştik. O hak arayan hırçın nesil kaybolup, yerine elindeki klavye ile “önümüzdeki maçlara bakacağız” diyen bir nesil gelmişti.

İnsanın doğasından ötürü: “paylaşım” ve “bir arada yaşama” istemleri sosyal medyayı doğurdu sonralarda. “Sosyal Medya (!)” Bilgisayar başında tükenen vakitlerin “sosyallik” olarak adlandırılması ne kadar komik değil mi? J Hepimizin kullandığı facebook, twitter ve benzeri siteler. Hepimiz paylaşıyoruz oralarda müzikler, videolar, hoşumuza giden yazılar… Sayfamızda sıralanıyor hepsi. Memlekette kötü giden bir şeyler oluyor. Bazılarımız da bunları paylaşıyor. İktidarları eleştiren bir iki materyal paylaştığımızda bir anda “muhalif” oluveriyor, hatta daha da kötüsü kendine ve bütün insanlığa karşı sorumluluğu o yazıyla orada bitti sanıyor. Kültür-sanata dair birkaç video paylaştığımızda aniden entelektüel oluyoruz. Tavırlarımız değişiyor. Fakat bu işlere hayatını vermiş, ömrünü kütüphanelerde, dergi ve yayın evlerinde, sahaflarda geçiren, bir makale yazabilecek birikime sahip olmak için ciltlerce kitap okuyan, araştırma yapan bütün entelektüellere hakaret etmiş olmuyor muyuz? Birkaç güzel fotoğraf paylaşınca profesyonel fotoğrafçı olup çıkıyoruz piyasaya. Fakat asla o karanlık odalarda bir ömür geçirenler gibi olamayacağımızı unutup gidiyoruz. Politik birkaç söz paylaştığımızda da politikacı olup çıkıveriyoruz piyasaya. Bazılarımız “sesini geniş kitlelere duyurabilme” telaşesi içinde. Belki bir kısmı samimi, fakat görünen o ki azımsanmayacak çoğunluktaki bir kısmı ise karizmatik duyguları tatmin etme çabasında. Hatta bazıları işi abartarak takipçi sayısının artmasını bir yarışma konusu yapabiliyor. Fakat kendimizi bu sanal dünyaya böylesine kaptırmışken unutmamak gerek ki: sokakta da gerçek bir hayat bütün zorluğuyla hala devam ediyor. Biz bilgisayar başından onları göremesek de, birileri sabahın 7’sinde ekmek parası kazanmaya kalkıp çıkıyor yola, fabrikalarda tarlalarda iş yerlerinde nice haksızlıklarla mücadele ederek ekmeklerini kazanmaya çalışıyor. İşte sosyal medya bizi kendi yarattığı sanal dünyaya hapsederken aslında bütün bunları bütün gerçekliğiyle görme özgürlüğümüzü de elimizden almış oluyor. Hem de kılını bile kıpırdatmadan. Sosyal Medya ile her şey basitleşiyor. Bununla doğru orantılı olarak da anlamsızlaşıyor. Bir şeyi güzel ve anlamlı kılan o uğurda verilen emek değil midir? Bir şeye ne kadar emek verirsek hayatımıza da o kadar alırız. Bir şeye enerjimizin bütününü verebiliyorsak eğer, işte o zaman o şey bizim hayatımız olmuş olur.

Aslında bütün bunlarla talan ettikleri çocukluğumuz ve gençliğimizdir. Çocukluğu ve gençliği katledilen bir nesilden ne kadar sağlıklı yetişkinler çıkmasını bekliyoruz? Derin bir tartışma konusu…  Gelin HES’lerle çocuk olma özgürlüğümüzü, sosyal medya ile genç olma özgürlüğümüzü, ve bizi “sokaklardan uzaklaştırarak” gerçek birer fotoğrafçı, yazar, politikacı, gazeteci ve daha nicelerini olabilme özgürlüğümüzü elimizden alan zihniyete karşı çevremizdekile söyleyeceğimi bir sözümüz olsun. gelin bu derin mevzuları daha çok tartışıp daha çok irdeleyelim. Ve mücadele yolları arayalım. Daha yaşanılır bir dünya için...

Selam!